KELAMCILARA GÖRE KESB NAZARİYESİ

İnsan fiillerinin Allah tarafından mı yaratıldığı yoksa insana mı ait olduğu mevzuunda Cebriye, Mutezile ve Ehl-i Sünnet arasında birbirinden farklı görüşler ortaya çıkmıştır.


Bir yandan yaratma ve îcâd etmede Allah'ın vahdet ve infirâd'ı (birliği ve tekliği), öbür yandan insanın mükellefiyeti, sevâba ve ikâba muhatap olması ile yakından ilgisi bulunan bu mesele gerçekten büyük bir önem arz etmektedir.


Problemin zorluğu, konunun bizzat özünde yatmaktadır. Biz "Allah'ın her şeyin yaratıcısı olması"[1] hasebiyle yaratma ve îcâtta onun birlik ve tekliğine inanıyoruz. Aynı zamanda insanın Allah'a itaatle emir olunduğunu, menhiyâttan içtinap etmekle mükellef olduğunu kabûl ediyor, İtaatten dolayı sevap kazanacağını, menhiyâtı irtikâp ettiğinden dolayı da cezalandırılacağını biliyoruz. İlk bakışta birbirine zıt ve uzak gibi görünen bu mesele etrafında Kelâm âlimleri arasında farklı görüşler ileri sürülmüştür. Mutezile gibi bazıları teklife uygun olması, sevap ve ikâbın izâh edilebilmesi için insanın ihtiyârî fiillerini kendisinin yarattığını kabul ederken Cebriye gibi bazıları da yaratma ve îcâtta Allah'ın birlik ve tekliğine halel gelmemesi düşüncesiyle insanın fiillerinde mecbûr olduğu görüşünü benimsemişlerdir.


Birbirine zıt bu iki görüşün ortasını bulan Ehl-i Sünnet ise insanın ihtiyâr ve kesbi bulunduğunu ileri sürmüşlerdir. Bütün mezhepler arasında Allah'ın bir ve şerîki'nin bulunmadığı; O'nun kulluğa müstahak, müstakil bir yaratıcı olduğu konusunda tam bir ittifâk vardır. İnsanın ıztırârî fiilleri konusunda da herhangi bir anlaşmazlık söz konusu değildir. İhtilaf sadece insanın ihtiyâri fiilleri etrafında ve insanın ihtiyârî fiillerinin Allah tarafından mı yaratıldığı, yoksa insana mı ait olduğu hususundadır.


Ehl-i Sünnetin bayraklaştırdığı kesb nazariyesine geçmeden önce Cebriye ve Mutezile mezheplerinin insanın ihtiyârî fiilleri konusundaki görüşlerine kısaca temas edelim.


Cehm İbn Safvân (öl:128/745) tarafından temsil edilen Cebriye mezhebine göre Allah her şeyin yaratıcısıdır. İnsan, bütün fiillerinde mecbûrdur. Fiilleri kendisine hakîkî olarak değil ancak mecâzen nispet edilir. İnsanın bu konuda cemâdattan bir farkı yoktur. Fark sadece görünüştedir. İnsan, görünüşte muhtâr hakîkatte ise mecbûrdur. Cemâdât ise hem görünüşte hem de hakîkatte mecbûrdur. Cebriyeye göre, insanın fiilleri hakîkî olarak kula değil, Allah'a izâfe edilir. Kulun hiçbir şekilde ihtiyâr'ı kastı ve kudreti olmaması hasebiyle bütün fiilleri ıztırârîdir. Ancak bu fiiller insanda meydana geldiği için mecâzî olarak insana nispet edilirler ve hâdis kudretle değil, Allah'ın ezelî kudretiyle meydana gelirler[2].


Bağdâdî'ye göre Cebriyenin iddiası; "Allah'tan başka kimse için fiil veya amel yoktur. Fiiller hakîkî olarak Allah'a nispet edilir" şeklindedir.[3].


Aynı görüşlere yer veren Şehristânî, Cebriyenin görüşünün "fiillerin Cebrî olması gibi, sevap ve ikâb da Cebrîdir" şeklinde olduğunu belirtir.[4]


Cebriyenin görüşlerini ele alan Kâdı Abdulcebbâr onların bu konudaki görüşlerini anlatırken onların "insanların fiilleri Allah tarafından yaratılmıştır. Fiiller hakîkî olarak değil fakat mecâzî olarak insanlara nispet edilir. Falan namaz kıldı ve oruç tuttu demek, falan hareket etti, yerleşti, uzadı ve şişmanladı demek gibidir." dediklerini[5] ifade eder.


Cebriye bu görüşlerini çeşitli deliller ile ispata çalışmıştır.[6]


İnsanların fiilleri konusunda uç görüşlerden birinin sahibi olan Mutezileye göre, insanların kendi ihtiyârî fiilleri kendi tasarruflarındadır[7]. İnsan, fiillerinin muhdis'i ve fâili'dir[8]. İnsanlardan sâdır olan fiillerin insanla olan münasebeti Eş'arî ve Mâturîdîlerin düşündükleri anlamda kesb değil hudûsu'dur[9].


Mutezileye göre, insandan bazı şeyleri yapması istenirken bazı şeylerden de uzak durması beklenmektedir. Bunun neticesinde de Va'd, Vaîd, Medh, Zemm (övgü, yergi) sevap ve ikâba mâruz kalmaktadır. Öyleyse kendi ihtiyârî fiilleri kendisine ait olmalıdır. Bundan dolayı Mutezileye göre insan, Allah'ın kendisinden yarattığı kudret ile tasarrufunda hürdür. Aksi halde kendisine ait olmayan fiillerden dolayı sevap ve ikâba uğramış olacaktı. Bu sebeple "kim, onun (insanın) fiillerinin yaratıcısı ve muhdisi Allah dır derse büyük bir hatâ işlemiş olur." [10] Zira, fiiller insana müteallıktır. Zât-ı İlâhî'ye taalluku doğru olmaz. Çünkü bir fiilin iki fâilin mef'ûlü, iki kâdirin (gücü yeten) makdûr'u, iki müessirin eseri olması imkansızdır. Bu sebeple Mutezile insanın mecâzî olarak değil hakîkî olarak fiillerinin fâili olarak vasıflanması gerektiğine inanır ve vasıflanmanın bu cihetten Allah'a has olmasını reddeder. Onlar, "Birisi bize Allah'tan başkasını hakîkî olarak fâil olmakla vasfedermisiniz diye sorsa ona evet denilir" [11] derler[12].


Mutezile insanın hakîkî olarak yaratmakla vasfedilebileceği hakkında Kur'an-ı Kerim'den de deliller getirir.[13] Onlara göre, müktesep hareket, yaratılmıştır. Onu bir yaratanın bulunması gerekir. Onu yaratan (meydana getiren) insandır. Zarûrî hareketin yaratıcısı ise Allah’tır.[14]


İnsana verilen hürriyet konusunda çok ileri giden ve neticede insanın ihtirâ (yaratma) ile vasıflanmasını câiz görecek duruma gelmiş[15] olan Mutezile, insanın yaratıcılığı ve ihtirâ'sını Allah'ın yaratma ve ihtirâ'sından ayrı değerlendirmiş,[16] hatta ikisini mukayese ederek[17] insandan meydana gelen fiillerin insanın fiili, Sun'u, yaratması ve ibdâ'sı olduğu sonucuna ulaşmışlardır. Fakat onlar bununla Allah'ın yaratma ve icad etmedeki ihtirâsına halel getirmezler. Çünkü "Allah insana güç verir insan da Allah'ın kendisinde yarattığı kudret üstünde iradesiyle tasarrufta bulunur".[18] Anlaşılacağı üzere Allah'ın kendisinde kudret yaratması itibariyle insanın kudreti müstakil değildir.


Onlara göre İnsana verilen kudret onun mükellef olması itibariyledir. İcâd edici olması yönünden değildir. Yani insan hürriyetini müdafaa etmenin sebebi, teklîfin meşrûluğunu müdâfaa içindir.


Mutezile, ihtiyârî fiillerin insanın kendisi tarafından yaratıldığı iddialarını te'yid için pek çok aklî[19] ve naklî [20] delil getirmiştir.


Mutezilenin bu çerçevedeki düşüncesi, gerçekten insanın mükellef oluşuna, davranışlarından dolayı sevap ve ikâba müstahak oluşuna uygundur. Aynı zamanda bu görüş yaratma ve îcâd etmede Allah'ın birliği ve vahdeti düşüncesini korumaya yönelik gibi görünmektedir. Çünkü Mutezile Allah'ın muktedir kılması olmaksızın insana fiilleri yaratma ve meydana getirme selâhiyetini vermemektedir. Onlar şöyle der: "Allah ona (insana) kudret verir. İnsan Allah'ın verdiği kudrette kendi ihtiyârı ile tasarruf eder"[21]. Allah'ın kudretine sınır yoktur. Bir şeyin yaratılması onun için diğer bir şeyin yaratılmasından daha kolay olmadığı gibi bir diğerinden zorda değildir. Zira ona acziyet ulaşmaz[22]. Çünkü Allah'tan başka Mâlik yoktur. O dilerse ifnâ, dilerse ipkâ eder. Dilerse mahlukatı kendine itaate mecbûr eder, kendine isyan etmekten de alıkoyar. Allah, (dilerse) buna muktedirdir[23]. Zira Allah’ın makdûrâtı'nın, kudretinin taalluk ettiği şeylerin sınırı ve sonu yoktur[24]. Allah (mecâzî değil) hakîkî olarak kâdirdir. Bu da hangi şekilde olursa olsun Allah'tan aczi nefyeder.


Bütün bunlardan anlaşılacağı üzere Mutezile, Allah'ın kudreti konusundaki görüşünde oldukça samîmîdir. Allah'ın irâdesini nefyedip kudretinde herhangi bir şekilde acizlikte düşünmemektedir. İnsana verdikleri bu kudret, Allah'ın onları muktedir kılması itibariyle müstakil değildir. Bu kudret onlara göre, insanın mükellefiyeti açısından gereklidir. Yoksa insanın mükellefiyeti düşünülemez.


Mutezilenin bu konudaki sıkıntısını anlamak zor değildir. Onlar Allah'ın mutlak meşîetini kabul etmekle beş inanç aslından "Tevhîd"; insanın hürriyetini ön plana çıkarmakla da adâlet aslına uygun hareket etmeye çalışmaktadırlar.


EHL-İ SÜNNET’E GÖRE İNSANIN FİİLLERİ

Cebriyenin, Allah'ın bütün fiillerin yaratıcısı olduğu, insanların kendi fiillerini meydana getirmede bir takdir ve müdahalelerinin bulunmadığı; Mutezilenin ise insanların kendi ihtiyârî fiillerini Allah'ın kendilerinde yarattığı bir hâdis kudretle yarattıkları, insanların fiillerinde Allah'ın bir takdiri ve müdahalesinin olmadığı şeklindeki birbirine zıt görüşlerini gördükten sonra bu konuda Ehl-i Sünnet'in ne düşündüğüne bakalım.


Ehl-i Sünnet'i meydana getiren Eş'arî ve Mâturîdî mezhepleri bu konuda birbirlerine tamamıyla zıt görüşlere sahip olan Mutezile ve Cebriye mezhebi ortasında vasat bir yol takip ederler. Ehl-i Sünnet, ihtiyârî ve ıztırârî fiillerin arasını ayırmadan bütün fiillerinde insanın mecbûr oluşunu kabul ettikleri için Cebriyeye; yarattığı hareketlerin, davranışların hakîkatini bilmeksizin onların yaratılışını insana nispet ettiklerinden ötürü de Mutezileye karşı çıkmışlardır.


Onlara göre cebr düşüncesi de insanın fiillerinin insanlara nispeti de yanlıştır. Doğru olan, insanların ihtiyârî fiillerinde kendi başına müstakil olmadığı, Allah'ın yardımına ihtiyacının bulunduğudur. İnsan, fiillerini meydana getirmek için kudretini o fiile tevcih etmedeki azmi ile fiilini kesb eder. Ondaki bu kudreti yaratan Allah olduğu gibi fiili yaratan da Odur.


Böylece onlar insanın fiilleri ile cemâdatta meydana gelen fiiller arasında apaçık bir fark bulunduğu gerçeğinden hareket ederler. Çünkü cemâdattan sâdır olan fiiller şuur ve ihtiyâr'dan sâdır olmazlar. İnsandaki ıztırârî fiiller de öyledir. Onlarda ihtiyarsız olarak meydana çıkarlar. İnsanın ihtiyârî fiilleri Allah tarafından yaratılır. Fiilin meydana gelmesindeki insana ait hâdis kudreti insana veren de Allah'tır.


Ehl-i Sünnet'e göre Allah, kuldan meydana gelen fiili ve kulun o fiile olan kudretini yaratır. İnsan ise bu fiilde dilediği gibi tasarruf ederek; onu hayır veya şer fiiline tevcih eder. Böylece sevap veya ikâbı iktisap eder, kazanır. Bu şekilde, fiillerinin meydana gelmesinde insanın oynadığı role "KESB" denir. Yani, Ehl-i Sünnet, Allah'ın ameline yaratma (halk), îcâd ve ihtirâ; kulun ameline ise kesb adını verirler.[25] Buna göre insan ihtiyâr sahibi (muhtâr) bir müktesiptir[26].


 İnsan, herhangi bir fiili işlemeyi isteyerek kendini ona verirse Allah o lâhzada insanda o fiil için gerekli olan kudreti yaratır. Kulda fiilini işler. Bu fiil Allah tarafından yaratılmış (mahlûk), insan tarafından ise kazanılmış (mükteseb) olur. Yani fiil, işlenmesi anında Allah'ın insanda yarattığı hâdis kudretle insan tarafından kesb edilmiş olur[27].


Iztırârî ve ihtiyârî fiiller kesb bakımından farklı bile olsalar, Allah tarafından yaratılmaları açısından eşittirler, aralarında herhangi bir fark yoktur[28]. Yaratma yönüyle Allah'a kesb yönüyle insana ait fiiller, Allah'a değil de insana nispet edilir. Allah onu yaratsa ve irade etse bile insana oturan, kalkan, yazan denir, Allah'a değil. Zira Allah fiili yaratma yönünden irâde eder. Kul ise kesb yönünden irâde eder. Her iki irâde de müstakildir ve teâruz (zıtlık) olmaksızın bir murâd (irâde olunan şey) üzerinde içtimâ (bir araya gelmesi) mümkün (caizdir) dür.[29]


Sonuçta "cebr" karşımıza çıkıyor gibi görünse bile bu manada cebr reddedilmez. Reddedilen cebr, her halükarda insanın hiçbir dahlinin bulunmadığı cebr'dir[30].


 


EHL-İ SÜNNETE GÖRE ALLAH'TAN BAŞKA BİR YARATICININ BULUNMAMASI

Ehl-i Sünnet, insanın fiilleri kendi kudretiyle meydana gelir ve insan kendi ihtiyârî fiillerini yaratır diyen Mutezileyi reddeder.


Ehli Sünnete göre yaratıcı sadece Allah'tır ve bütün fiiller Allah'ın kudretiyle yaratılmıştır. İnsanın elinde olan sadece "kesb" dir. İnsan, Allah'ın kendisinde yarattığı hâdis kudreti tâate ve mâsiyete tevcîh eder.


Ehl-i Sünnet insanın fiillerinin Allah'ın yaratması, kulun ise kesbi olduğuna dair aklî [31] ve naklî [32] pek çok delil getirirler.


Kesb'in daha iyi izah edilebilmesi için gerekli gördüğümüz insanların fiilleri konusunu kısaca özetledikten sonra insanların fiillerini izahta Ehl-i Sünnetin geliştirdiği "KESB" nazariyesine geçebiliriz.


KESB NAZARİYESİ

Hem Eş'arîler hem de Mâturîdîler, fiilleri Allah'a nispet edenlerle insana nispet eden ayetlerin ortasını bulmaya, uygun bir îzâh getirmeye gayret sarf etmişlerdir. Onlar bunu yaparlarken Cebriye ve Mutezilenin ifrat ve tefritlerinden uzak kalarak ikisinin ortasında yer almışlardır.


Daha öncede kısaca temas ettiğimiz gibi Eş'arî ve .Mâturîdîler'e göre insanın fiilleri Allah tarafından yaratılmış ve insan tarafından kesb edilmiştir. Eş'arî ve Mâturîdîler insanın müktesip olduğu hususunda ittifak etmiş oldukları halde, kesb'in izahında ve anlaşılmasında, buna bağlı olarak da fiillerinde insanların payları konusunda ihtilâf etmişlerdir.


Biz bu çalışmamızda önce Eş'arîler'in kesbi nasıl anladıkları ve kesb anlayışında meydana gelen değişiklikleri ele almaya sonra da Mâturîdîlerin kesb anlayışları üzerinde durmada fayda mülâhaza ettik. Kesb deyince genellikle Eş’ari akla gelir. Çünkü. kesb konusunu sistemli bir şekilde izah edip teori olarak İslam kelamına mal eden Eş’ari olmuştur.[33]


 


EŞ'ARÎLER'E GÖRE KESB

İmam Eş'arî''nin kesb nazariyesi esas olarak "Allah'ın olmasını dilediği (şey) olur, dilemediği (şey) olmaz" prensibine dayanır[34]. Bu prensip onun Kazâ ve Kader problemi karşısındaki tavrını da belirler. Zira o, kaza ve kadere, kulun mükellefiyeti veya karşılık görmesi açısından değil Allah'ın meşîeti açısından bakar.


Elbette bu, imam Eş'arî'nin insanın mesuliyetini ve sevap veya ikâba müstahak olmasını reddetmesi anlamına gelmez. Fakat Allah'ın meşîeti'nin mutlak oluşunu ifâde eder. Bundan dolayı Allah'ın irâdesi ilmi gibidir. Cehâletten münezzeh olduğu için Allah (c.c) bütün mâlumâtı bilir. Aynı şekilde kendisine unutma ve gaflet nispet edilmemesi veya âcizlikle ve zayıflıkla vasıflanmaması için hiçbir şeyin onun irâdesi dışında meydana gelmesi câiz değildir. Semâvatta ve arzda zerre kadar bir şey ilminin dışında olmadığı gibi hâricinde de kalamaz.


Eş'arîler de, Mâturîdî ve Mutezilenin yaptığı gibi fiilleri ıztırârî ve ihtiyârî olarak ikiye ayırır. Iztırârî fiiller, insanın ihtiyâr ve irâdesi dışında meydana geldiği için onlar hakkında insanın müdahale imkânı yoktur. İhtiyârî olan fiiller Allah'ın kudretiyle yaratılır. İnsan ise onları iktisap eder. İnsanın iktisâbını şöyle anlamak gerekir: İnsan herhangi bir şey yapmaya kastedince Allah o lâhzada iki şey yaratır. Birincisi; kast olunan fiil. İkincisi; bu fiile iktirân eden insanın kudreti. Buna göre fiili de, fiilin meydana gelişine iktirân eden insandaki kudreti de yaratan Allah'tır. Bu durumda fiili hakîkaten yaratan Allah'tır. İnsanın kudretinin bu fiile iktirândan başka bir tesiri söz konusu değildir. İşte bu iktirân kesb'den başka bir şey değildir.


Bir şeyin îcâdında dört merhale olduğu görülmektedir:


     Kasd

     Hâdis kudret

     Fiil ile (hâdis) kudret arasındaki irtibât,

     Fiil


Bütün bunlardan anlaşıldığına göre Kesb, kudretin makdurâ (güç yetirilene yani insanın takatinde olan işe) taallukundan ibarettir. Burada söz konusu olan makdûr, mahlûk (yaratılmış) değildir. İtibârî (varolduğu kabul edilen) bir şey (iş)den ibarettir. İnsan kendisine verilen bu kudreti takati dahilinde olan bir işe sarf edip kullanmaktadır ki buna “kesb” tabir edilmektedir.


Bu durumda İmam Eş'arî'ye göre Kesb, hâdis (olan) kudret ve hâdis irâde ile fiil arasındaki normal bir iktirândan (mukârin olma, iki şeyin bir arada bulunması) ibarettir.[35] Bu da fiilin îcâdındaki dört merhaleden üçüncüsü olan hâdis kudretin veya hâdis irâdenin fiile mukâreneti merhalesine tekâbül etmektedir. Fiilin icâdındaki bu üçüncü merhâle ise Allah’ın yaratmasına aittir. İnsanın bu üç merhâlede bir müdâhalesi söz konusu değildir. Öyleyse hakîkatte yaratıcı Allah'tır. İnsanın kudretinin bu fiile iktiranından başka bir tesiri söz konusu değildir.[36]


Cürcânî'ye göre (öl: 816/1413) kesb'den murâd, insanın kudret ve irâdesinin fiilin meydana gelmesinde, ona mahal olma dışında tesiri ve dahli bulunmaksızın fiile mukârenetten ibarettir.[37]


İmam Eş'arî'nin kesb anlayışını değerlendiren Ebû Azbe'ye göre kesb, herhangi bir tesiri olmaksızın mahallinde hâdis kudretin makdûra taallukundan başka bir şey değildir.[38]


EŞ'ARÎ'YE GÖRE FİİLLERDE İNSANIN PAYI

İmam Eş'arî'ye göre kulun irâdesi kesb'den bir cüz (parça) dür. Çünkü irâdenin taalluku Allah'ın kulda fiile mukârin bir kudreti yaratması için sebep olmaktadır. Bundan ötürü irâdenin Eş'arî mezhebinin kesb anlayışında bir köşe taşı olduğunu söylemek bile mümkündür. Zira insan, fiili irâde edip kendini ona yönelttiği zaman Allah'ın irâdesi fiile yaratma olarak taalluk etmekte ve insana hâdis kudreti vermektedir. Bu hâdis kudretle fiil insanın kesbi olarak tamamlanmaktadır. Böylece, Allah'ın kudreti fiilin yaratılması; insanın kudreti ise fiilin kesbi için gerekli olmaktadır.


Bu da Eş'arî mezhebinde insanın hâdis kudretinin tesiri olmasa bile fiilin insandan sudûrunun tamamlanması için mutlaka bulunması gereken bir şey olduğu mânâsına gelmektedir.[39]


 


HÂDİS KUDRETİN FİİLİN MEYDANA GELİŞİNDEKİ TESİRİ

İmam Eş'arîye göre, hâdis kudret ve hâdis irâdenin var etmede bir tesiri yoktur. Ancak Allah'ın kânunu (sünnetullah) muhdes fiil ile onun meydana gelmesi için olan hâdis kudretin arasında mülâzemetin bulunması esasına göre cereyân eder. İnsan bir fiili irâde eder ve kendini ona tevcîh ederse meydana gelen fiil kendisindeki hâdis kudrete mukârin olarak vukû bulduğu için insanın kesbi olur, fakat Allah tarafından yaratılmış olur.


İmam Eş'arî insana has bir irâde ve kudretin bulunduğunu kabûl eder. Ancak bu şahsî kudreti öylesine takyit eder ki, neredeyse varlığından söz etmek imkânsızdır. Çünkü insanın kudretinin makdûrunda hiçbir tesiri yoktur. Hatta o irâde ve kudretin kendisi de bizzat yaratılmıştır. Bundan ötürü insanın fiillerine mahal olması dışında bir rolünden bahsetmek mümkün değildir.[40]

İNSANLARIN FİİLLERİNİN BÜTÜNÜNÜ ALLAH'IN YARATMASI

İmam Eş'arî'ye göre kulların bütün fiilleri Allah tarafından yaratılır. İnsanın, fiillerinde onları iktisap etmesinden başka bir hissesi yoktur. Yani hakîkî fâil sadece Allah'tır. İnsan ise Allah'ın (insanın) kendi elinde ihsân ettiği fiilin müktesibi'dir. Çünkü eğer insan gerçekten hakîkî olarak fâil olsaydı fiilleri istediği ve arzu ettiği doğrultuda gerçekleşirdi. Böyle olmadığı âşikâr olduğuna göre, hakîkî fâilin insanın kendisi dışında birinin olması gerekir ki o da Allah’tır.[41]


Öyleyse insanın fiili hakîkî olarak kendi fiili addedilemez. O, Allah tarafından yaratılmış (mahlûk) ve yapılmış (mef'ûl) tır. Bu durumda imam Eş'arî'ye göre insan, muhtâriyeti içinde mecbûrdur. Zira insanın, fiillerinde mutlak ve genel anlamda bir tesiri bahis konusu değildir. İnsan sadece kendisinde Allah'ın yarattığı havâdis (hâdis şeyler) ve a'râzın zarfı durumundadır. Allah o insanda istediği gibi ve istediği şekilde yaratır.


O halde İmam Eş'arî'ye göre hâdis kudret fiili yaratmaz. O, kaza kader problemini, bir yandan her şeyin yaratılmasını Allah'a verirken öte yandan insanı amellerinden dolayı mesûl kabûl ederek çözmeye çalışır. Ona göre her ne kadar her şeyin yaratıcısı Allah ise de insan gerçekleştirdiği amellerinden mesûl olmalıdır. Zîrâ, insanın o fiilin meydana gelişine mukârin olan bir hâdis kudreti vardır. İmam Eş'arînin kısaca "Allah, fiile azmettiği lâhzada kulda hâdis bir kudret yaratır. Kul da fiili bununla îcâd eder" şeklinde özetleyebileceğimiz görüşünün, Cehm b. Safvân'ın (öl:128/745) "İnsan ancak Allah'ın kudretinin mahallidir." şeklinde ifâde edebileceğimiz görüşünden farkı yoktur. Zîrâ imam Eş'arî'nin bu anlamda kabûl ettiği insanın kudretinin fiilinde herhangi bir tesiri yoktur. Bu vaziyette "İmam Eş'arî'nin yaptığı tek şey Cebriye mezhebinin görüşleri üzerinde lafzî bir değişiklikten ibarettir" denilebilir.[42] Çünkü, Allah'ın yarattığı bir fiili kulun ancak iktisap ettiği, hiçbir şekilde insanın hâdis kudretinin fiilinde tesiri olmadığı göz önüne alınırsa, ihtiyâr'ın varlığı ile yokluğu arasında bir fark yoktur. Bu durumda insanın hangi ihtiyârından bahsedilebilir ki ? Bu bakımdan İmam Gazâlî "hâdis ve mahlûk kudretin makdûra taalluku olmazsa anlaşılmaz. Zîrâ o durumda kudretin ve makdûr'un varlığından bahsetmek muhaldir. Ve bu (durum) mâlumsuz ilim gibidir. Kudret ve makdûr arasındaki nispet müsebbibin sebebe olan nispetidir." [43] der.

 

İnsanda kudretin varlığını kabûl edip tesirini nefyetmek bir şeyi kabul edipte onun lâzımını nefyetmektir. Bunda tenâkuz vardır. Zîrâ lâzımını nefyetmek melzûmun da nefyini gerektirir.


İmam Eş'arî'nin kesb nazariyesinde bir başka husûs Allah'ın kudretini kulun irâdesine boyun eğdirmesidir. Çünkü İmam Eş'arî'ye göre kul bir fiili işlemeye yönelip kendini o fiil için tahliye edip zıttı olan bir şeyle meşgûl olmadığı zaman Allah'ın kudreti o fiile yaratma olarak taalluk eder. Aynı anda Allah insan için de bir kudret yaratır, insan o kudretle fiili iktisap eder. Bundan dolayı pek çok âlim ve araştırmacı İmam Eş'arî'nin kesb nazariyesinin .çok muğlâk olduğu kanaatına varmışlar, çözülmesi zor bir düğüm saymışlardır. Hatta, varlığına dâir herhangi bir eser, iz bırakmayan şeyler için "Eş'arî'nin kesb (anlayışı)'inden daha muğlâk" darb-ı meseli'ni geliştirmişlerdir. Hatta daha da ileri gidip Eş'arî'nin görüşünü "cebr-i mutavassıt" [44] olarak kabûl etmişlerdir.[45] Bundan da ileri gidip İmam Eş'arî'nin izâhını tam bir cebrîlik (el-Cebriye el Kâmile) olarak değerlendirenler de olmuştur[46]. Çünkü İmam Eş'arî kesb'i, Allah'ın yarattığı fiil ile bu kesbde hiçbir tesiri olmayan insan ihtiyârı arasında bir iktirân olarak kabûl etmektedir. Bu bakımından da kesb, aynen fiilin kendisi gibi Allah Teâlâ tarafından yaratılır. Bundan dolayı insanın mesûliyeti sevap veya ikâba müstahak olması doğru olmaz. Bu zâviyeden İbn Nedîm, İmam Eş'arî'nin hayatını cebriyeci kelâmcıların arasında ele almaktadır[47]. Şehrîstânî de musannıfların İmam Eş'arî'yi cebriye'den kabûl ettiklerini[48] belirtmektedir.

Eş'arî mezhebinde kesb anlayışındaki en zayıf noktanın, insan kudretini her türlü tesirden uzak saymanın geldiği görülmektedir. Bundan dolayıdır ki İmam Eş'arî'yi tâkip eden pek çok büyük âlim bu noktayı tekrar gözden geçirme gereği görmüşlerdir.


Tâat veya mâsiyet olan bir hareket, "olma bakımından" aynıdır. Ama tâat veya mâsiyet olması bakımından biri diğerinden ayrıdır. Hareket, varlığı noktasından Allah'ın kudreti ve îcâdı ile meydana gelir. Halbûki bu hareketin tâat veya mâsiyet olması kulun kudreti ve tesiri ile gerçekleşir. Yani, Allah'ın ve kulun kudreti aynı harekete birbirinden farklı taalluk etmektedir. Bunu bir çocuğu dövmeye benzetebiliriz. Çocuk terbiye için dövülebileceği gibi eziyet verme için de dövülebilir. Dövme terbiye maksadıyla olursa iyi, ezâ maksadıyla olursa kötüdür. Fakat her iki halde de dövme fiili Allah'ın kudreti ve tesiri ile meydana gelmekte, iyi veya kötü olması ise kulun kudret ve tesirinin azmine taalluku ile ortaya çıkmaktadır. 


Olaya bu açıdan yaklaşan Kâdı Ebû Bekir El-Bâkıllaniye göre[49] kesb, bütün yönleriyle olmasa bile herhangi bir şekilde kudretin fiile taallukundan ibarettir*. Zira ona göre yaratma bir şeyin aynını inşa veya ademden (hiçlikten) icat etmektir. Buna göre kesb ile halk (yaratma) arasındaki fark şudur: Kesb, her ne kadar kâsibin kudretiyle meydana geliyor ise de kâsib onu tek başına meydana getiremez. Fakat yaratıcı öyle değildir. O tek başına fiili yaratır.[50]


Dikkat edilirse bu yaklaşımı ile Bâkıllani, hâdis kudrette bir tesirin varlığını kabul etmektedir. Bu tesir ise özel bir hal (el-Hâle el-Hassa) dir. O da hâdis kudretin fiile olan taallukundan hâsıl olan fiilin cihetlerinden bir cihettir. Bu cihette sevap veya ikâba mukâbil gelecek bir yönelmedir. Varolması açısından varlık hususiyle Mutezileye göre sevap veya ikâbı gerektirmez. Çünkü “Hüsün” veya “Kubuh” ciheti cezaya tekabül eder. Hüsün ve Kubuh ise varlığın arkasında (verasında) iki zâtî sıfattır. Varlık, mevcût olması itibariyle hasen veya kabîh değildir. Bundan dolayı Kâdı (Kâdı Ebû Bekir el-Bâkıllani) "sizin için iki halden ibâret (olan) iki sıfatı kabul etmek mümkün (câiz) olursa, benim içinde hâdis kudrete taalluk eden bir hâli kabul etmek câiz (mümkün) olur." der[51].


     Eş'arî mezhebinin önde gelen imamlarından biri olan Ebû İshak El-İsferayinî (öl.471/1078)’ nin de benzeri şeyler söylediğini görmekteyiz. Ona göre fiilin aslı Allah'ın ve kulun kudretlerinin bir araya gelmesiyle ortaya çıkar. Bu durumda iki ihtimal vardır:


     1-Hem Allah'ın hem de kulun kudretleri fiile tesirde müstakildirler. Bununla birlikte ikisi birden fiilde müessirdirler. Böylece bir eserde iki müstakil müessir içtimâ etmiş (bir araya gelmiş) olur.


     2-Allah'ın kudreti fiile tesirde birinci ihtimalde olduğu gibi müstakildir. Fakat, insanın kudreti ona tesir etmede fiile taalluk etmez. Ancak Allah'ın kudreti ona inzimam edince onun yardımıyla müessir olur manasına insanın kudreti tesirde müstakil değildir.


Buna göre Kâdı Ebû Bekir el-Bâkıllani'nin dediği gibi taallukların fiilin vasfına değil de aslına müessir olması için iki müstakil müessirin bir eserde içtimaları gerekmez.[52]


İnsanın fiillerini mümkün her mümkününde Allah’ın makduru olmasından hareketle insanın ihtiyârı fiilleri ile ıztırârî fiilleri arasındaki fark açıktır. Kulun bütün fiilleri mümkün olduğuna göre onları Cenab-ı Hakk (yokluklarına) tercih etmiştir. Aynı zamanda kulun fiilleri Allah'ın dilemesine (meşiet) iznine ve yardımına bağlıdır. Kudret ve meşiet taalluk ederse varlığa çıkabilirler[53].


Ebu İshak el-İsferâyinîn izahlarından anlaşıldığına göre kesb, tesirde müstakil olmayan failin fiilidir. Bu fail müstakil olmadığı gibi aynı zamanda birinin yardımına muhtaçtır ki, o yardımcı da Allah’tır. Yardımı ise insana irâdesinin taalluk ettiği fiili gerçekleştirmesine iznidir, temkinidir.


Ebu İshak el-İsferâyinîn görüşlerine İmam Gazâlî (öl: 505/1111)'nin de iştirak ettiğini görüyoruz. Zira o da şöyle demektedir: "Doğru olan görüş şudur: Müessir, iki kudretin mecmûudur. (Allah'ın ve kulun kudreti) kullardan sadır olan bütün fiillere Allah'ın kaza ve kaderiyledir. Fakat kulların ihtiyarları vardır. Takdir Allah'tan kesb kullardandır." [54]


İmamü'l-Harameyn el Cüveynî ilk kitaplarında (mesela el-İrşâd) "kesin olan şudur ki, hâdis kudretin makdurunda hiçbir tesiri yoktur."[55] diyerek, İmam Eş'arî gibi düşünmektedir. Ancak daha sonra kaleme alındığı eserlerinde (mesela el-Akîdetü'n-nizâmiye) önceki görüşlerinden vazgeçmiş görünmektedir. Çünkü o, fiili tamamlamak için Allah'ın hazırladığı hârîci sebepler ve devâî (içten gelen bir duyguga teşvik edici haller, illetler)nin yardımıyla fiilin insan kudretinin tesiriyle meydana geldiğini kabul etmektedir. Fakat ona göre bununla birlikte fiil Allah'ın takdirinin haricine çıkmaz. Zira, insanın kudretini yaratanda fiilin gerçekleşmesi için sebepleri hazırlayan da Allah'tır.


Bu son döneminde, İmam Eş'arî'nin kesb anlayışını manası olmayan bir söz olarak gören Cüveynî " ‘Eğer biri kul (insan) müktesibdir. Kudretinin eseri iktisâbdır. Rabb ise muhterî (icat eden, yoktan yaratan) dır ve kulun intisab ettiği şeyi yaratandır.’ derse ona kesb nedir? manası nedir? denilir" demektedir.[56]


Eş'arî mezhebinin büyük İmamlarından Fahreddin er-Râzî insan kudretini yok sayan İmam Eş'ari'nin bu görüşünü benimsemediği gibi kesb kelimesini de istihdam etmez. O bu noktada İmamü'l-Harameyn el-Cüveynî'nin el-Akîdetü'n-Nizâmiyesindeki son görüşlerine iştirak etmektedir.[57]


Fiilleri kaza ve kaderin ahkamına göre tespit ve takdîr edildiği halde insan nasıl amellerinden sorumlu olabilir? İmam Fahreddin er-Râzî buna şöyle cevap verir “kudret ve dâînin (illet) bir araya gelmesi halinde (mecmûu) fiilin meydana gelmesinin gerekli (vacibu'l-Husûl) olduğuna kabul edersek insanın (kulun) fâil olduğunu da kabul etmiş oluruz. Kur'an-ı Kerim ve Allah'ın diğer kitaplarının zahirine muhalefet etmemiz gerekmez. Fiilde müessir olan dâî (illet) ile birlikte kudrettir. Bu toplanma (mecmû) ile Allah'ın yaratması hâsıl olur dersek her şey Allah'ın kaza ve kaderi iledir demiş oluruz.” [58]


Fahreddin er-Râzî "hakîkî olarak insan olarak insan faildir." demiş olsa bile bundan onun insanı hakîkî bir ihtiyâr ile muhtâr gördüğü anlaşılmamalıdır. Zira o, insanın ihtiyârının sûrî (görünüşte) bir ihtiyar olduğuna inanır. Bundan dolayıdır ki o, pek çok yerde "insanın muhtâr suretinde muztâr" olduğunu tekrar eder[59]. İmam Fahreddin er-Râzî'nin el-meâlimu fi usûli'd-din'de anladığı ıztırâr: "İnsan kudretine devâî (illetler) inzimâm edince fiilin hâsıl olması gerekli olur." anlamındadır.


Râzî el-Metalibü'l-Aliyye isimli eserinde aynı konuyla ilgili olarak şöyle der: "Kudret ile dâî (illet)'nin mecmûunu müteakıp fiilin husûlü vâcip(gerekli zarurî)dir. Zira kâdir, kâdir olduğu için yapması da fiili terketmesi de mümkündür. Bu eşit olmadan dolayı bir tarafın diğerine rüçhâniyeti mümteni (imkansız)dir. Buna dâî (illet)'nin husûlü eklenince varlığın rüçhaniyeti hâsıl olur. Bu durumda da fiilin meydana gelmesi (vukûu) vâcip (gerekli) olmuş olur[60]. Buradaki kudrette devâî'de insanın yaratılmasıyla değildir. Allah'ın yaratılmasıyladır. İnsan ise muztâr (zorlanmış)dır”.


Bundan dolayıdır ki Râzî, Cebri açık açık söylemekten çekinmez. O şöyle der: "Fiilin insan (kul) dan sudûru Allah'ın yarattığı dâî'ye bağlıdır. Dâî bulununca fiilin vukûu da vâcip (şart, gerekli) olur. Böyle olunca da cebr lazım (gerekli) olur”[61]. O, bundan daha açık bir şekilde "varlıkta cebrden başka bir şey yoktur."[62] dediği gibi "doğru olan ya cebri söylemek (kabul etmek) ya da yaratıcıyı (sani) söylemek (kabul etmek)tir." [63] der.


Bu nokta İmam Fahreddin er-Râzî'nin İmam Cüveynî'den farklı düşündüğü noktadır. Zira, kaza ve kader konusunda Cüveynî, her ne kadar Râzî gibi düşünse de "ıztırâr" düşüncesinden uzak kalma gayretindedir.


Yukarıda da ifade etmeye çalıştığımız gibi İmam el-Eş'arî'nin kesb hakkında geliştirdiği görüş tâbîleri tarafından pek kabul görmemektedir. Hatta onun bu görüşü kendisinden sonra gelen Eş'arî ulemâsı tarafından tâdil edilmeye (düzeltilmeye) çalışılmıştır. Mesela Kâdı Ebû Bekir el-Bâkıllânî fiilin vasfında insan kudretine bir tesir vererek onu tâdil eder ki, bu tesirle kudret sahibi bu vasfı iktisap etmekle muttasıf olur, vasıflanır. Bâkıllânî bu vasfı sevap ve ikâbın kaynağı, sebebi olarak görür.


Ebû İshâk el-İsferâyinî ise, Allah'ın ve insanın kudretinin mecmuûnu fiilde müessir kabul ederek onu tadil eder.


Fakat, İmamü'l-Harameyn el-Cüveynî bu son iki görüşü de İmam Eş'arî'nin görüşü gibi kabul edilebilir bulmaz. Bundan dolayı ikisinden de farklı bir görüş ortaya atarak insanın kudreti ile fiili arasında hakîkî bir bağın varlığını kabul eder.


Bu nispet fiilden sebebine müsebbibü'l-Esbâb'a ulaşıncaya kadar devam edip gider. Yani Allah Teâlâ ilk ve son sebeptir. Bunun manası, İmam Cüveynî fiil ile onu meydana getiren fâili arasında bir sebep zincirinin varlığını kabul eder. Zira o çok açık bir ifade ile "insan, kendisinden sâdır olan irâdî fiillerinin sebebidir. Fakat bu sebeplerin hepsi Allah Teâlâ'ya rücû eder. (dönerler)”[64] der.


Dikkat edilecek olursa, İmamü'l-Harameyn el-Cüveynî'nin bu görüşleriyle Mutezileye oldukça yakın olduğu görülecektir. Çünkü Cüveynî de Mutezile gibi cüzî fiilin fâilin insan olduğunu kabul etmektedir. Fakat aynı zamanda onun görüşlerinden onun alabildiğince kaçtığı Cebrîliğe giden bir sonuç çıkarmakla mümkündür. Çünkü o, Allah'ın insana verdiği hâdis kudretin dâî ile beraber bulunması halinde fiilin meydana gelmesini zarûrî görmektedir. Bu ise sebep olduğu zaman müsebbebin bulunmasının zorunlu olduğunu ifade eden determinizmi çağrışmaktadır ki bu da irâde ve ihtiyârî ortadan kaldırmaktadır. Bundan dolayı mesela Şehristânî (öl: 548/1153) çok şiddetli bir şekilde felsefecilerden alıp, kelâma soktuğunu, bunun Müslümanlara ait bir görüş olmadığını belirtir[65].


Bununla birlikte bu görüşünde Cüveynî'yi destekleyenlerde yok değildir. Onun görüşlerine sahip çıkan Muhammed Abduh (öl: 1323/1925) onu bu konuda reddedenin onu anlamadığını söylemektedir[66]. Râğıp paşa ise İmamü'l-Hârameyn el-Cüveynî'nin görüşlerinin el-Akîdetü'n-Nizâmiyesinde istikrâr bulunduğu zira onun bu kitabı el-İrşâd isimli kitabından daha sonra telif ettiğini belirtir[67].



MATURİDİYE'YE GÖRE KESB NAZARİYESİ

Mâturîdîlerin hepsi insanın, fiilini yapma veya terk etmede tevcih ettiği hür bir iradeye sahip olduğu görüşündedirler.


Onlara göre fiilin aslında müessir olan Allah'ın kudreti, fakat fiili vasıflandıran insanın kudretidir. Mesela insanın bir yetimi terbiye veya zulüm için dövmesini düşünürsek; dövme fiili Allah'ın kudretiyle meydana gelmekte, güzel (terbiye için olması halinde) ya da çirkin (zulüm için olması durumunda) olarak vasıflanması kulun kudretinin tesiri ile hasıl olmaktadır. 


Buna göre insan, tâat için azmederse Allah onda tâati, mâsiyet için azmederse onda masiyeti yaratır. İşte, fiilin (tâat veya mâsiyet olarak) vasıflanmasında ki bu tevcihe (azmini yöneltmeye) “KESB” denir ki bu, mücerret ihtiyârın mukâreneti olması gibi, icatta bir karışma değildir[68].


Bu durumda kesb, makdûrun varlığını gerektirmez. Aksine kesb olması itibariyle failin bu makdûrla ittisâfını (muttasıf olmasını, vasıflanmasını) icap ettirir. Bundan dolayı da onun tâat veya mâsiyet, hasen yada kabîh olması gibi izâfetler, yaratma (halk) üzerine değil de kesb üzerine mebnidir[69].


Bu çerçevede bakıldığı zaman Maturîdîler'in kesb'den; insanın kudret ve irâdesini fiile sarf etmesini anladıkları görülmektedir. Kudretin fiile sarfının manasını fiile müteallik kılmak, fiile taalluk ettirmektir. Bu sarf ise irâdenin fiile taalluku ile hasıl olur. Fakat irâde bu sarfın meydana gelişinde müessir bir sebep değildir. Çünkü onlara göre Allah'tan başka hakîkî müessir yoktur. Bundan dolayı irâdenin taalluku adi bir sebep olur. Zira, kulda fiile taalluk eden (müteallik) kudreti yaratan Allah’tır.


Eğer tesirde müstakil olsaydı fiili icat etmiş olurdu. Fakat müstakil değildir. Burada dikkat edilmesi gereken şudur: Mâturîdîlere göre irâdeyi sarf etmek ve onu fiile müteallik kılmak Allah tarafından yaratılmamıştır. Tam aksine zâtîdir. Bundan dolayı da cebri gerektirmez. Çünkü irâde, insanın iki eşit şeyden birini tercih etmeye yarayan sıfatıdır. Rolü, Allah'ın irâdesi gibidir. Zira ilâhî irâde, müreccihe ihtiyaç duymaksızın belli bir vakitte iki makdûrdan birinin tahsîsini gerektiren bir sıfattır. İrâdenin Allah Teâlâ'nın zâtından sudûru da fiillerinde kulun mecbûr olmasını gerektirmez.


İnsanların fiillerinden bazıları insanın ihtiyârının tavassutu olmaksızın Allah'ın irâdesinin taalluku iledir. Yani insanın irâdesi ister taalluk etsin isterse etmesin fiili yaratan Allah'tır. Bazıları ise insanın irâdesi ve ihtiyârı vasıtasıyla Allah'ın irâdesinin taalluku iledir. Allah insanda bir kudret ve irâde yaratır. İnsan da bu kudretle fiili yapar veya terk eder, irâde ile de iki taraftan birini (yapma veya terk etme) tercih eder.


İnsanın irâdesi iki taraftan birini tercih edip kendisini ona verdiği zaman kudreti alet ve devâî vasıtasıyla ona (yapmaya ya da terk etmeye) taalluk eder. Yani irâdenin taalluku adi bir sebep olur. Zira Allah kulda fiile müteallik bir sıfat yaratır. Eğer bu sıfat için müstakil bir tesir olsaydı fiili meydana getirirdi. Sonra, insanın irâde ve kudretinin taalluk etmesinin ve de aleti ona sarf etmesinin akabinde Allah'ın irâde ve kudreti bu fiili yaratmaya taalluk eder[70].


Bu durumda kulun irâde ve kudreti de bu fiile taalluk etmeseydi Allah’ın irâde ve kudreti de bu fiile taalluk etmezdi. Bundan dolayı bu fiil, ihtiyârî olarak kula nispet edilerek meydana gelmez. Allah'ın irâde ve kudretinin taallukuyla icat olur. Dolayısıyla da bu fiil ihtiyârî olarak insan nispet edilmez onun ihtiyârî fiillerinden addedilmezdi.


Buna göre Mâturidiler insanın ihtiyârî fiillerini hakîkî olarak insana nispet ederler. Yani o fiilin susûrunda ve icadında sebep insandır. Fakat ihtiyârî fiile aynı zamanda hakîkî olarak Allah'a nispet edilir. Ancak bu nispet icad ve ondaki tesiri yoluyladır. İhtiyâri fiilin insana nispet edilmesi durumunda insan hakîkî olarak fiillerinin fâili olur. Allah'a nispet edilmesi durumunda ise hakîkî olarak insanın fiillerini yaratan Allah'tır[71].


Bu zâviyeden bakılırsa insan muhtârdır. Dilerse fiili yapar (yani fiilin icat ve sudûruna sebep olur) dilerse yapmaz. (yani filin icat ve sudûrunda sebep olmaz) Çünkü fiili yapma ya da terk etme, yani hoşuna gidenle gitmeyen arasında tereddüt halinde iken her ikisini de yapma imkanı vardır, muhtârdır. Fiilin icadında sebep olması mümkündür. Bu durumda fiili meydana getirir. Aynı şekilde fiilin icadında sebep olmaması da mümkündür. Bu durumda onu meydana getirmez.


İşte Mâturîdîye'ye göre insan bu anlamda fiili yapma ya da terk etmede muhtâr (hür ve serbest) olur. Fakat insanların bütün fiilleri (ef'âl-i ıbâd) Allah tarafından yaratılmıştır. Zira, onlar insan için, kendisinden sâdır olan bir kesb kabul etmişlerdir. O da irâdenin muayyen bir cihette sarf edilmesidir. Onlar bu iradeye irâde-i cüz'iyye adını verirler. Bu yönüyle Allah'ın iradesinin bu cihette taalluku için bu kesb şarttır. Çünkü Allah'ın iradesinin bu cihete taalluku bu kesb’e bağlıdır[72].


Öyleyse Mâturîdîlere göre kesb, kendisi ile fiilin meydana geldiği ve fiilin mahalli olan bir Emr-i nisbîdir. Ademî ve gayr-ı mevcut olduğu için bu kesb Allah'tan değildir. Allah'ın yaratması ve icadına nispet edilmez. İnsan bu kesb ile muttasıf bulunduğu cihetle Allah'ın yaratmasına mahal olduğu gibi kendisinde cereyan eden Allah'ın yaratması ameliyesine de kabiliyeti vardır. İnsandaki bu kabiliyet Allah'ın yaratmasında, ondan bir cüz (parça) değil ancak bir şart olabilir. Çünkü kabiliyet şartının husûlü insana bağlıdır ve bundan dolayı da cebri ortadan kaldırır. Aynı şekilde fâiliyette insandan bir parça da değildir. Bundan ötürü de takdiri nefyeder, ortadan kaldırır. Bu sebeple Peygamber Efendimiz (s.a.v.) "kim hayır bulursa Allah'a hamd etsin, kim (hayır) bulamazsa ancak kendi nefsine levmetsin" buyurmuşlardır[73].


Peygamber Efendimizin bu emri Mâturîdîlere göre kesb ile tabir olunur ki bu kesb mükellefiyet (teklif) in sebebi, sevap ve ikâbın da kaynağıdır. Zira onlara göre mükellefiyet (teklif), kulun irâde ve kudretinin fiilin meydana gelmesi ya da gelmemesine taalluk etmesi sebebiyledir. Bizzat fiili meydana getirme veya getirmeme değildir. Çünkü bu, kulun fiili değildir.


İmam Mâturîdî (Ebu Mansûr Muhammed bin Mahmud el-Mâturîdî) (öl:333/944) kulun ihtiyârını ön plana çıkararak aklî ve naklî olarak insanları kendi işledikleri fiillerinde sorumlu kabul etmiştir [74].


Zira, Kur'an-ı Kerimde pek çok ayet-i kerimede[75] İnsanların amellerini kendilerinin işledikleri ifade edilmiş ve onların işlerine de "fiil" ismi verilmiştir. Bu fiiller, yaratılması, var edilmesi anlamında Allah'a nispet edilirken, işlenmesi yani kesb edilmesi anlamında insanlara nispet edilir[76].


Fiili Allah ile Kula aynı anda nispet eden Mâturîdî, Allah'ın fiiline "Halk" yaratma; kulun fiiline ise "kesb" işlerini kazanma adını verir.


“Kesb” ve “Halk” terimlerini birlikte ele alan Maturidi, Allah’ın fiilleri yarattığını, insanların ise kesb ettikleri yani yaptıkları ölçüde o fiillere sahip olduklarını belirterek[77] bir fiilde hem Allah’ın hem de kulun rolü ve payı olduğunu kabul ederek fiilin kesb yönünden insana, yaratma yönünden ise Allah’a ait olduğunu kabul eder.[78]


Maturidi bu şekilde fiilin hem Allah’a hem de kula nispetini kabul etmek suretiyle Cebriye ile Mutezile arasında orta bir yol takip etmekte,[79] onların düştükleri ifrat ve tefrit görüşlerinden uzak kalmaktadır.


Fakat burada hemen ifade etmek gerekir ki Eş'arî kesbi "hâdis kudretin makdûra taalluk etmesi" şeklinde izah ederken[80] Mâturîdî kesb’den kulun bir şeyi (ihtiyâr etmesi) seçmesi manasını anlamaktadır[81]. Bundan dolayı o, "kasib" , "muhtar" ve “fail”kelimelerini birlikte istimal eder.[82] Bu anlamda her insan yaptığı işlerde ihtiyâr sahibi, fâil ve kâsibtir.


Fiilin Allah tarafından yaratılmış olması, insana bir mecburiyet yüklemez. O,fiilinde hür olduğuna göre, Allah’ın yarattığı fiili ister yapar, isterse yapmaz. Hür iradesini yapma yönünde kullanınca, o fiili kesb etmiş olur.[83] “Bunun aksini iddia eden (Cebriye gibi) kişilerle konuşmağa bile gerek yoktur. Zira, bu sözlerde (kendi iddialarına göre) onlara ait değildir”.[84]


Maturidi’ye göre fiilin Allah tarafından yaratılmış olması fiilini işlemede insanın hürriyetine mani değildir.[85] Çünkü insan Allah tarafından yaratılan o fiili kesb etmede tamamıyla hürdür, bu açıdan hiç bir zorunluluk söz konusu değildir.[86]


Görüldüğü gibi İmam Mâturîdî, kesb konusundaki görüşlerini Allah'ın yaratması ve kulun kazanması esasına dayandırır ve fiili kesb yönünden insanlara hâlk (yaratma) yönünden ise Allah'a izafe eder[87]. Yani ona göre fiiller hem Allah'a hem de kula aynı anda izafe edilir[88]. Bu açıdan fiilde hem Allah'ın hem de kulun irâdesi amildir.[89] Allah kulun hür iradesi ile istediği fiillerini yaratır.[90]


Mâturîdî mezhebinin ileri gelenlerinden biri olan Sabuni de meseleyi aynı çerçevede izah ederek Allah'ın fiillerini yaratma, kulun fiillerini kesb ile isimlendirir ve fiil isminin her ikisi (yani hem Allah hem de kul) için de geçerli olduğunu belirtir.[91]


İzahlarında Maturidi’ye sadık kalan, bir çok yerde ondan iktibaslarda bulunan, Maturidi’nin eserlerini okuduğu gibi talebelerine de okutan Ebu’l-Muin en-Nesefi (417-508/1024-1115) [92] kesb kavramını izah etmenin güç bir iş olduğunu ve zihinde tasavvurunun mümkün olmadığını ifade ederek[93] kesb kavramını insanın kavradığını ama ifade edemediğini belirtmek istemektedir.[94]


Kesb’in keyfiyetini zihinde canlandırmanın da mümkün olmadığını belirten Nesefi, -bu zorluktan olsa gerek- kesb’in birden çok değişik tarifini yapar. Kesb’i “kudretin bulunduğu yerde meydana gelen iş”[95], “Herhangi bir aletle meydana gelen şey”[96] veya “İnsanın gücünün yettiği şeyi tek başına yapamaması”[97] olarak ifade eden Nesefi’ye göre Allah, insanın kesb etmeyi istediği her fiili yaratır.[98]


Nesefi’nin kesb anlayışında insanın “seçme” ve “isteme” (yönelme)si[99] anahtar kelime durumundadır. Çünkü,insandaki bu seçme ve yönelişten sonra Allah, o işi, o istek ve seçim doğrultusunda yaratmakta, insan da yaratılan bu fiili kendi arzu ve isteği ile kesb etmektedir.[100]


İmam Mâturîdi'nin çizgisinden gelen bir başka isim olarak dikkatleri üzerinde toplayan Necmûd-Din en-Nesefî (150/1142) de kısa risalesinde aynı ifadelerle "Allah Teâlâ Hâlık, insân (ise) kâsibtir"der[101].


Eş'arî olması itibari ile Eş'arîliği, Nesefi vasıtasıyla da Mâturîdîği gayet iyi bilen Taftazânî, kesb meselesini izah ederken büyük ölçüde Mâturîdî'likten etkilenerek "insanın kudret ve iradesini fiili meydana getirmek için sarf etmesi “kesb”; onu müteakiben Allah'ın fiili varlığa çıkarması ise “Halk” yaratmadır der[102].


Ebû Uzbe'de Mâturîdîlerin kesb konusundaki görüşlerini izah ederken kesbi "insanın iki mümkin fiilden birine kudretini sarf etmesidir " şeklinde ifade eder[103].


.İnsanın fiillerinin değerlendirmede aralarında bazı farklı değerlendirmeler olsa bile kesb nazariyesini geliştiren Ehl-i Sünnet bu düşüncelerini çeşitli delillerle de teyit ve takviye etmişlerdir. Şimdi muhtasar dahi olsa bu deliller üzerinde durmaya çalışalım.



İNSANDAKİ KESB'İN VARLIĞININ DELİLLERİ

Eş'arî ve Mâturîdilerden meydana gelen Ehl-i Sünnet insanda ihtiyâr bulunduğu hususunda ittifak etmişler ve cebr düşüncesini reddetmişlerdir. Bunu yaparken de düşüncelerini çeşitli delillerle takviye etmişler, müdellel hale getirmişlerdir. Onların delillerini kısaca şu şekilde sıralayabiliriz:


1- Haklarında Emir, Nehiy, Vaad ve Vaîd, Varit olan fiilleri Allah insanlara nispet etmiş ve o fiilleri işlemede onların ihtiyâr sahibi olduklarını tasrih etmiştir. Bu şekildeki ayetlere nümûne olmak üzere bazı ayetler zikredilebilir. Mesela "...dilediğinizi yapın muhakkak ki o yaptıklarınızı hakkıyla görür”.[104] "Hayır işleyiniz ki, kurtuluşa eresiniz"[105] "...işte Allah onlara yaptıklarının neticesini böylece pişmanlık olarak gösterir." "Bütün bunlar onların yaptıklarına bir mükafattır."[106] "O gün insanlar yaptıklarının karşılığını görmek için hesap yerinden bölük bölük dönerler. Kim zerre kadar bir iyilik yaparsa mükafatını kim de zerre kadar kötülük yaparsa onun cezasını görür”[107].


Bunlar ve emsali ayetlerde Allah Teâlâ kullarına fiili yapanlar (amil) yaptıkları işe de fiil adını vermektedirler. Yaratıcısı Allah olduğu için fiillerin Allah'a izâfe edilmesi fiillerin insanlara ait olmasına ortadan kaldırmaz. Çünkü fiiller bulunduğu hâl üzere yaratması itîbâri iledir. Zira fiiller kendi ihtiyârlarıyla onu işlemeleri ve kesb etmeleri itibarıyla bu insanlara aittir. Bu bakımdan fiillerin yaratılmasında Allah ile insanlar arasında ortaklık gerekmez. Çünkü nisbet ciheti muhteliftir[108].


2- Allah kullarını bazı işlerde mükellef kılmıştır. Bazı şeylerin yapılmasını emir buyururken bazı şeylerden de onları men etmiştir. Emredilenin (me'mûr) filin olmadığı bir şeyle emir yada nehyi muhaldir, imkansızdır. Mesela: Allahu Teâlâ "muhakkak Allah adalet ve ihsanla emreder."[109] buyurmaktadır. Eğer insan kul için hakîkî bir fiilin varlığını kabul etmeksizin böyle bir şeyle emretme caiz olsaydı dün olan (olmuş bitmiş) bir şeyle emretmek de caiz olurdu. Böyle olunca da bütün muhal, imkansız şeylerle emretmek caiz olurdu[110]. Muhal ile emretmek caiz olmayacağına göre insan için hakîkî olarak fiilin bulunması gerekir.


3- Allah kendisine itaat edilmesi durumunda sevap vaat etmiş, isyan edilmesi durumunda da ceza (ikâb) ile tehdit etmiştir. Cebrinin zannettiği gibi insan kul için hakîkî olarak fiiller bulunmasaydı Allahu Teâlâ'nın kendi kendine emir ve nehyetmesi gerekirdi. Zira itaat eden de isyan eden de kendisidir. Sevap ve ikâba müstahak olanı da kendisinin olması gerekirdi. Halbuki nehyettiği şeyi irtikap ederek mâsiyet işlemek, sonrada ceza (kıyamet) gününde başkasını ikâb etmek, azap etmek, bununla birlikte kendisine hâkîm ve râhim (isimlerini uygun görmek) ile isimlendirmek doğru olmazdı. Zira bütün bunlar hem akıl hem de şeriat tarafından reddedilirler[111].


4- Eğer insanın fiilleri hakîkî değil de mecazi olsaydı insanın hakîkî olarak elemleri ve lezzetleri idrak etmemesi, hakîkî olarak bunların idrakinin Allahu Teâlâ'ya râcî olması gerekirdi. Diğer yandan kendi fiillerini meydana getirmek için insanın ihtiyârı olmasaydı peygamber gönderip, kitap indirmesinin hikmeti bâtıl olurdu. Böyle olunca da bütün bunlar Allah için abes olurdu[112]. Böyle diyemeyeceğimize göre kulların ihtiyârlarını ve fiillerinin bulunmasını kabul etmek gerekir.


5- Allah insanları yaratmış ve ona akıl (nimetini) ihsan buyurmuştur, onları işlerinde hamde (övgüye) layık olanları (mahmûd) ile zemme müstahak (mezmûm) olanların arasını ayırt edebilecek (şekilde) ilim ehli kılmıştır. (Bununla da kalmayarak) Onların mezmûm olanlarını kabîh, övgüye layık olanları da hasen olarak tavsif buyurmuştur. Güzel sonuçlarından dolayı tabiatın hoşuna gidecek güzel şeyleri de kötü sonuçlarından dolayı tabiatlarının hoşlanmayacağı kötü ve çirkin şeyleri de akıllarına gösterdiği gibi onlara bazı şeyleri yapmak, bazı şeyleri de terk etmek hususunda meyil vermiştir. Her insan yaptığı şeyler hususunda tamamıyla muhtâr olduğunu ihtiyârıyla fâil ve kâsip olduğunu bilir ve idrâk eder[113].


SONUÇ

Hem Eş'ari hem de maturidilerin kesb konusundaki görüşlerinin hulâsası şudur: Allah ister hayır isterse şer olsun kulların bütün fiillerinin yaratıcısıdır. Allah’tan başka yaratıcı da, icat edici de yoktur. Bu insanın kudretini; iradesini ve ihtiyarını bütün bütün nefyetmek, yok sayma demek değildir. Allah yaratıcıdır. İnsan kesb eden (kasib)dir. İnsan Allah'ın yaratmış olduğu kudretle bütün fiillerini iktisab eder. İnsan aynı zamanda iradesini sarf etmede ihtiyâra sahiptir. O bu irâdesini ister taatte isterse mâsiyette istimâl eder. Bu yönüyle fiilin hem Allah'a hem insana izafe edilmesi mümkün olur. Fiil yaratma ve icâd yönüyle Allah'a; hâdis kudretlerini azmettikleri fiillerine tevcîh etmedeki ihtiyârlar cihetiyle de insana izâfe edilir.


İnsanların bütün fiilleri Allahu Teâlâ tarafından yaratıldığı cihetle onun kudreti, iradesi ve ilmi hepsine şâmildir. Bütün bunlar insanın ihtiyârını selbetmediği gibi onu bir fiili yapmaya ya da terk etmeye zorlamaz. Zira Allah (c.c.) olacağını bildiği, olmasına ilminin taalluk ettiği şeyi irâde eder ve Allah insanın iktisab etmeye azmettiği şeyi yaratır. Bundan dolayı insan hakîkî olarak fiillerini fâilidir ve onlardan mesuldür. Bundan ötürü fiillerinden dolayı medhe zemme, (övgüye, yergiye) sevap ve ikâba hak kazanır. Bu hususlar genel olarak Mâturîdî ve Eş'arîlerin üzerinde ittifâk ettiği hususlardır. Fakat onlar kesbin mânâsı, târifi ve hakîkatı üzerinde tam bir fikir birliği sağlayabilmiş değillerdir.


Eş'arîler kesbi Allah tarafından yaratılan fiil ile insanın ihtiyârı arasındaki bir iktirân olarak tarif ederler. Bu manada kesb Allah tarafından yaratılmış değildir. Zira o bir emir-i itibârî (varlığı kabul edilen bir şey) dir ve ona yaratma taalluk etmez. Bundan dolayı kesb insana nisbet edilir ve mükellefiyetin sebebidir.


Maturidiler de benzer şekilde iradenin gayr-ı mahluk (yaratılmamış) olduğunu söyleyerek aslında aynı sonuca ulaşmışlardır.


Mâturîdîye'ye göre ise kesb insanın fiile tasmîmi (kesin olarak niyetlenme) ve azminden ibarettir. İnsanın bir şeyi yapmaya kesin olarak niyetlenmesi ve azmetmesi esnasında Allah insanda o fiili yapma kudreti yaratır. Böylece insan Allah'ın kendisinde yarattığı bu hâdis kudretle fiilini iktisâb etmeye muvaffak olur. Fakat insan bu iktisâbında tamamen muhtâr (hür) dır. İsterse fiili ister, isterse terk eder.


Görüldüğü gibi Eş'arîler ile Mâturîdîler arasındaki ihtilâf kesbin tanımından kaynaklanmaktadır. Bu ihtilâf aslında onların insan iradesinin anlaşılması hususundaki ihtilâflarına dayanmaktadır. Zira Eş'arîlere göre insanın iradesi de kudreti ve diğer fiilleri gibi tamamen Allah tarafından yaratılmaktadır. Mâturîdîlere göre ise iradenin iki manası vardır.


1. Küllî İrâde (İrâde-i Külliye) dir. Kudret gibi Allah tarafından yaratılmıştır.


2. Cüz'î İrâde (İrâde-i Cüziye) dir, yaratılmış değildir.*


İnsanlar bu irâdelerini istedikleri gibi tasarruf ederler. Kendilerine nisbet edilen fiillerine bu irâdeleriyle karar verirler. Bundan dolayı bu irade mükellefiyetlerinin ve mesuliyetlerinin sebebidir.

Öyleyse küllî irâde, rolü fiili yapma veya terk etme olan iki makdûrdan (güç yetirilen) birini tercih olan irâde sıfatına verilen bir isimdir ki, fiili yapma yada terk etmeden birine taalluk eder. Cüz'î irâde ise muayyen bir cihete küllî irâdenin taallukunun tefsîridir. Bundan dolayı cüz'î irâde belli (muayyen) bir şahsın küllî irâdesini belirli (muayyen) bir cihete sarf etmesine taalluk eder. Böylece Mâturîdîler, insanın cüz'î irâdesinin bulunduğunu kabul etmekle cebr'den de kurtulmuşlardır.

Bu açıdan tahlîl edilecek olursa Eş'arîlerden Kâdı Ebû Bekr el-Bâkıllânî'nin kesb konusundaki görüşlerinin büyük ölçüde Mâturîdîlerin açıklamalarına uyduğu görülecektir[114]. Zira insan Allah'ın kendisinde yarattığı hâdis kudretiyle meydana getirdiği fiilini kendi (cüz'î) irâdesi ile tâat mâsiyet haline getirmektedir. Çünkü ona göre insan bir yetimi hem terbiye hem de ezâ niyetiyle dövebilir. Terbiye niyetiyle olursa (bu) dövme fiili tâat, ezâ niyetiyle olursa mâsiyet olur. Cüz'î irâde, küllî irâdenin fiili yapma veya terk etmeden muayyen birine taalluk etmesinden ibaret olduğuna göre insandan kendi hür irâdesi ve ihtiyârıyla sâdır olmaktadır[115].


Mâturîdîlere ve Kâdı Ebû Bekr el-Bâkıllânî'ye göre cüz'î irâde Allah'ın kudretinin tesiri için noksan ve âdî bir sebeptir. Eş'arîlere göre ise cüz'î irâde Allah'ın kadîm kudretinin tesiri için bir âdî sebep (sebeb-i âdî) olsa bile Allahu Teâlâ tarafından yaratılmış olan hâricî mevcûdattan (dışarıda varlığı olan, harici vucûda sahip)dır. Bu sebeple tâat veya mâsiyet olmakla vasıflanan fiil de Allah'ın kâdim kudretinden (kudret-i kâdime) hasıl olmaktadır. Mâturîdîlere ve bu arada Kâdı Ebû Bekir'e göre Allah'ın ve kulun kudretini mecmûundan hâsıl olmaktadır. Çünkü Allah'ın kudreti fiilin aslında; hâdis olan insan kudreti ise fiilin itibârî vasfında müessirdir.


Fakat burada dikkat edilmesi gereken bir husus vardır: Mâturîdîerin izahını önce Allah fiili yaratıyor. Sonrada insan ona tâat veya mâsiyet vasfını kazandırıyor şeklinde anlamamak lazımdır. Çünkü Mâturîdîler bununla şunu kastederler. İnsan irâdesini Allah'ın razı olacağı veya olmayacağı bir cihete sarf eder, Allah da insanın sarf ettiği irâdesi sebebiyle bu fiili ve ona tâat ya da mâsiyet vasfını kazandıracak kulun hâdis kudretini yaratır[116]. Böylece insanın kendi irâdesini sarf etmekle sebep olduğu fiili Allah yaratır. İşte bu, Mâturîdîlere ve Kâdı Ebû Bekr el-Bâkıllanî''ye göre iktisâbın manasıdır.


Anlaşılacağı üzere Eş'arîler insanda irâde ve kudretin varlığını kabul etmekle Cebriyeden, bu kudrete tesir vermeyerek sadece tesire kabiliyetli oluşunu kabulle de Mâturîdîler’den ayrılmaktadır. Yani Eş'arîlere göre insandaki kudretin fiillerini meydana getirmede tesirinden söz edilemez. Ancak insanda bir iş yapma arzusu meydana gelirse Allahu Teâlâ ondaki bu arzuya binaen insanın hiçbir tesiri olmadan o fiili yaratır.


Halbuki fiilleri ıztırârî ve ihtiyârî olmak üzere iki grupta ele alan Mâturîdîler, insanda Allah'ın yarattığı hâdis kudretin ihtiyârı fiillerde tesiri olduğuna, zira ihtiyârı fiillerin Allah'ın kadîm kudretiyle insanın hâdis kudretini ictimâî ile ortaya çıktığına inanmaktadırlar. Eş'arî mezhebini iki büyük imamı Kâdı Ebû Bekr el-Bâkıllanî ve Ebû İshak İsferâyinî de bu konuda Mâturîdîlerin görüşlerine katılmakta ve her iki imamda insanın ihtiyârî fiillerinin iki kudretinin, yani Allah'ın kadîm ve kulun hâdis kudretlerinin ictimâlarıyla meydana geldiğini kabul etmekte,[117] böylece İmam Hasan el-Eş'arî'den farklı düşünmektedirler. Çünkü onlar bu görüşleriyle insanın kudret ve cüz'î irâdesinin mahlûk olduğu tarzındaki İmam Hasan el-Eş'arî'ye ait görüşten ayrılmaktadırlar.


 Kaynaklar:


[1] En'am 6/ 101; Allah'ın yaratması hakkında diğer Kur'an ayetleri için bkz. 2/28 ,29; 3/47; 5/17; 6/73, 95, 101, 102;7/54; 10/3; 13/16; 15/86; 17/99; 24/45; 25/59; 28/68; 30/27, 40, 54; 42/7; 32/4, 7; 35/1,3; 36/81; 39/5,6,62; 40/62; 42/11,49; 50/38; 54/49, 50; 55/29; 56/57-59,63-65; 57/4; 59/24; 64/2; 67/3


[2] İbn Kayyım el-Cevziyye, Şifâu'l-Alîl, 49; Taftâzânî, Şerhü'l-Akâidi'n-Nesefiyye; Tehânevî, Keşşâfu Istılâhâti'l-Fûnün, 1/199; Cüveynî, el-İrşâd, 215, Abdu'l-Cebbâr, Şerhu Usûli'l-Hamse, 324,


[3] Bağdâdî, el-Fark Beyne'l-Fırak, 211


[4] Şehristânî, el-Milel ve'n-Nihâl, 1/129


[5] Abdu'l-Cebbâr, el-Muğnî, 8/3


[6] İbn Kayyım el-Cevziyye, Şifâu'l-Alîl, 140, 149, 151


[7] Abdu'l-Cebbâr, el-Muğnî, 8/3


[8] Abdu'l-Cebbâr, el-Muğnî, 8/149


[9] Abdu'l-Cebbâr, Şerhu Usûli'l-hamse, 304, 33


[10] Abdu'l-Cebbâr, el-Muğnî, 8/3; İbn Hazm, el-Fasl, 3/41


[11] Abdu'l-Cebbâr, el-Muğnî, 20/189


[12] Mutezilenin bu konudaki görüşlerinin geniş izahı için bkz: Bağdâdî, el-Fark Beyne'l-Fırak, 114-115; Şehristânî, el-Milel ve'n-Nihâl, 1/67, Taftâzânî, Şerhu'l-Akâidi'n-Nesefiye, 339-340; Eş'arî, Makâlât, 1/272; 2/296; Abdulcebbâr, el-Muğnî, 7/48, 8/16, 9/15, 19, 95, 9/18; İbn Rüşd, Menâhicü'l-Edille, 227 ( Mahmûd Kasım'ın tahkiki); Şebristânî, Nihâyetü'l-Akdâm, 79, Abdu'l-Cebbâr, Şerhu Usûli'l-Hamse, 336-337; Cüveynî, el-İrşâd, 200-201


[13] Ankebut, 29/17; Mü'minûn, 23/14; Mâide, 5/110; Fâtır, 35/3; Nahl, 16/17; Abdu'l-Cebbâr, el-Muğnî, 9/283; Eş'arî, Makâlât, 1/273;


[14] Abdulcebbâr, el-Muğnî, 8/283


[15] Abdu'l-Cebbâr, el-Muğnî, 8/283, 298, Eş'arî, Makâlât, 2/197


[16] Abdu'l-Cebbâr, Şerhu Usûli'l-Hamse, 381


[17] Yahya İbn Huseyn, Resâilü'l-Adl ve't-Tevhîd, 2/147, 291, 233; Cüveynî, el-İrşâd, 187


[18] el-İcî, el-Mevâkıf, 8/146


[19] Abdu'l-Cebbâr, Şerhu Usûli'l-Hamse, 321,332, 345, 959; Taftâzânî, Şerhu'l-Makâsıd, 2/100, 102, 103; Râzî, el-Muhassal, 142; Bâkıllânî, et-Temhîd, 307; Gazâli, er-Resâilü'l-Ferâid, 125; Seyyid Şerîf, Şerhu't-Tavâli’, 191; Şehristâni; Niyâtü'l-Akdâm, 83-84; Cüveynî, el-İrşâd, 208


[20] Enfâl, 8/53; Tur, 52/21; Ankebût,29/ 6; Nisa, 4/123; İbrahim, 14/22; Rûm, 30/44; Ğafir,(Mü’min) 40/17; Yunus, 10/52; Rahman, 55/60; Neml, 27/90; Kehf, 18/30; Yahya İbn Hüseyin, Resâilü'l-Adl Ve't-Tevhîd, 2/49, 50, 51; Taha, 20/124; Bakara, 2/86; Nisa, 4/40; Fussilet, 41/46; Hud, 11/101; Nisa, 4/82,; Mülk, 67/3; Seyyid Şerif, Şerhu't-Tavâlî’, 192; Abdu'l-Cebbâr, Şerhu Usûli'l-Hamse, 355-360, 361, 362; İsra, 17/94; Râzî, el-Muhassal, 142; Kehf, 18/29; Müddessir, 74/37; Zuhruf, 43/20; Ahkaf, 46/31; Fussilet, 41/40; En'am, 6/148; Ali-İmran, 3/133; Hacc,22/77; Râzî, el-Muhassal, 143; Fatiha, 1/5; Nahl, 16/98; Bakara, 2/45; Şura, 42/19; Bakara, 2/124; A'raf,7/23; Enbiya, 21/87; Kasas, 28/16; Yusuf, 12/18, 100; Hud,11/47; Râzî, el-Muhassal, 143; Sebe, 34/31-32; Muddessir,74/ 42-43; Fatır, 35/37; Mü'minûn, 23/ 99-100; Secde,32/12; Zümer,39/58


[21] İcî, el-Mevâkıf, 8/146


[22] Eş'arî, Makâlâtu'l-İslâmiyyin, 1/216


[23] Mes’ûdî, Mürucü'z-Zehep, 3/234-235


[24] Eş'arî, Makâlât, 1/224


[25] Şehristânî, Nihâyetü'l-Akdâm, 74,77


[26] Bâkıllanî, el-İnsâf, 144; Beycûrî, Tuhfetü'l-Mürîd, 104; Taftâzânî, Şerhu'l-Akâidi'n-Nesefiyye, 239


[27] İsmail Gelenbevî, Şerhu Celâluddin ed-Devvânî, 1/247-250


[28] Eş'arî, Kitabü'l-Luma’, 77


[29] Eş'arî, Kitabü'l-Luma’, 78 ve sonrası


[30] Bâkıllanî, Temhîd, 303-304; Şehristânî, Nihayetü'l-Akdâm, 69-70; Râzî, el-Muhassal, 141


[31] Taftâzânî, Şerhu'l-Makâsıd, 2/94-95, 97; Cüveynî, el-İrşâd, 189, 190, 197, 198; Bâkıllanî, Temhîd, 303-304; Şehristânî, Nihayeü'l-Akdâm, 69-70; Râzî, el-Muhassal, 141; Seyyid Şerif; Şerhu't-Tavâlî, 190; Mâturîdî, Kitabu't-Tevhîd, 230, 232, 233, 235; İbn Hazm, el-Fisal 3/46, 70; Sâbûnî, el-Bidâye, 11, 112; Râzî, el-Metâlibü'l-Aliyye, 2/193; Abdu'l-Cebbâr, Şerhu usûli'l-hamse, 374; Bâkıllânî, el-İnsâf, 148


[32] Mülk sûresi, 13; Mâturîdî, Kitabü't-Tevhîd, 247, 248, 35; İbn Kayyım el-Cevziyye, Şifâu'l-Alîl, 55-56, 110; Bağdâdî, Usûlu'd-Din, 136; Abdu'l-Cebbâr, Şerhu Usûli'l-Hamse, 382, 383, 384, 385, 386; Sebe 34/ 13; Taha 20/ 67-69; Bâkıllânî el-İnsâf, 43, 146; İbn Hazm, el-Fisal, 3/43-44; Tahâvî şerhi, 330-331; Rum 30/ 21; Mücadele 58/ 22; Hadid 57/ 27; Mâturîdî, Kitabü't-Tevhîd, 254-255; Buruç 85/16; Zümer 39/62; En'am 6/102; Râ'd 13/16; Cüveynî, el-İrşâd, 198; Bâkıllânî, el-İnsâf, 145; En'am 6/102- 104; Abdu'l-Cebbâr, Tenzîh, 134-135; Râzî, Tefsirü'l-Kebîr, 3/117; Saffat 37/96


[33] M.Sait Yazıcıoğlu, Maturidi ve Nesefi’ye göre İnsan hürriyeti kavramı,55 ;Ankara, 1988


[34] Eş'arî, el-İbâne, 44


[35] İbn-i Kayyım el-Cevziyye, Şifau'l-Alil, 122; Hâşiyetü'l-Gelenbevî alâ Şerhi'd-Devvânî, 1/246, 250; Eş'arî, Makâlâtu'l-İslâmiyyin, 2/169


[36] Cüveynî,eş-Şâmil fi Usûli'd-din, 69; Şehristânî, Nihâyetü'l-Akdâm, 88


[37] Cürcânî, Şerhü'l-Mevâkıf, 8/146


[38] Ebû Azbe, Ravdatu'l-Behiyye, 62


[39] Haşiyetü'l-Rûmî ala'l-Hayâlî , 297


[40] Hâşiyetü'l-Gelenbevî Alâ şerhi'd-Devvânî, 1/250, 256; İcî, el-Mevâkıf, 8/146; İbn Kayyım el-Cevziyye Şifâu'l-Alîl, 122


[41] Eş'arî, el-Luma’, 71-72


[42] İbn Rüşd, Menâhicü Edille fî Akâîdil-Mille, Mahmut Kasım'ın tahkiki, 111, 225, 226


[43] Gazâlî, el- İktisât fî İtikâd, 50


[44] İmam Eş'arî'nin Cebrî Mutavassıta kail olduğu şeklindeki anlayışın izahı geniş olarak Şeyhü'l-İslâm Mustafa Sabri Efendi tarafından Mevfkıfü'l-Beşer Tahte Sultani'l-Kader isimli kitabında yapılmaktadır. Şeyhü'l-İslâm Mustafa Sabri Efendi şöyle der: Eş'arî'ye göre insanın kudreti olsada bu kudretin Allah'ın kudreti yanında hiçbir tesiri yoktur. Onlara göre insanın fiilleri vardır. Ancak bunlar Allah tarafından yaratılır. İnsan fiillerinin dayandığı bir irâdesi de vardır. Dolayısıyla insan fiillerinde ihtiyâr sahibi sayılır. İşte insanın ihtiyâr sahibi olması ve fiillerine de ihtiyârî fiiller denilebilmesi için bu fiilleri insanı irâde ve ihtiyârına dayanması kafidir. Ancak bu irâde ve ihtiyâr insandan kaynaklanmaz. Aksine Allah'ın yaratması ile meydana gelir. Bu yüzden Eş'arî'ye göre insan fillerinde ihtiyâr sahibi olduğu halde ihtiyârında mecburdur. Fiili ve fiilinin irâdesi Allah tarafından yaratıldığı için insanın hem fiilinde hem irâdesinde mecbur olması gerekir. Ancak fiilinin ihtiyâra dayanması ve ihtiyârının da başka bir ihtiyâra dayanmaması fiillerinin ihtiyârî olarak vasfedilmesine sebep olmuştur. Bu da Eş'arî'ye göre insan fiillerinde muhtar olması demektir. İnsanın ihtiyârı elinde olmasa da fiilleri bu ihtiyâra dayanır. Fiillerin ihtiyâra dayanması "İhtiyâri fiiller" sözündeki nisbeti doğrulamaktadır.


Ancak, ıztırârî ihtiyâra dayanan fillerinde idârî olmasının luzumuna vasıtalı ızdırar deniyor. Yani fiillerin kendisi ihtiyâr olsa da fiillerin dayandığı ihtiyârın ızdırari olması vasıtasıyla ızdırar fiillere de geçmektedir. İşte Eş'arî mezhebinin mutavassıt cebr veya vasıtalı cebr demelerinin sebebi budur. "(Mefkîfu'l-Beşer, 55-56)"


[45] Ahmet Emin, Duha'l-İslam, 3/57; Akkad (Abbas) Mahmut, Felsefetü'l-Kur'aniye, 150


[46] İbn Teymiyye, Menâhicü's-Sünne, 1/326


[47] İbn Nedim, Fihrist, 257


[48] Şehristanî el-Milel ve'n-Nihâl, 1/127


[49] Şehristanî el-Milel ve'n-Nihâl, 1/46-147


* Bakıllânî'nin kesb konusundaki görüşlerinin değerlendirmesi için bkz. Şerafettin Gölcük' "Kelâm açısından fiilleri" 188-198


[50] Nihâyetü'l-Akdâm, 77-78; Bakıllâni, Temhîd, 307, 308; İbn Kayyım el-Cevziyye, Şifau'l-Alîl, 121


[51] Şehristanî el-Milel ve'n-Nihâl, 1/48


[52] Hâşiyetü'l-Gelenbevî Alâ şerhi'd-Devvânî, 1/200; Taftâzânî, Şerhu'l-Makâsıd, 2/93


[53] Celaluddin ed-Devvânî, Şerhu'l-Akâidi'l-Adûdiyye, 88; Beyâdi, İşârâtü'l-Merâm, 255


[54] Gazâli, Kitabu'l-Erbaîn fi Usûli'd-Din, 23


[55] Cüveynî, el-İrşâd, 210


[56] Cüveynî, el-Akîdetü'n-nizâmiyye, 30-33; Şehristânî el-Milel ve'n-Nihal, 1/148-149


[57] Râzî, Meâlimu fi Usûli'd-Din, 116


[58] Râzî, Meâlimu fi usûli'd-Din, 75


[59] Râzî, el-Mebâhisü'l-Meşrıkiyye, 2/517; 7; el-Metâlibü'l-Aliyye, 2/167


[60] Râzî, el-Metâlibü'l-Aliyye, 2/170


[61] Râzî, el-Mahsul fi Usûli'l-Fıkh, 67


[62] Râzî,el-Mebâhisü'l-Meşrikıyye, 2/517


[63] Râzî, el-Metâlibü'l-Aliyye, 2/170


[64] Şehristânî, Nihâyetü'l-Akdâm, 78


[65] Şehristânî, el-Milel ve'n-Nihâl, 1/149


[66] Muhammed Abduh, Risâletü't-Tevhîd, 62


[67] Hâşiyetü'l-Kevserî alâ'l -Akîdeti'n-Nizamiyye, 34


[68] Sabunî, el-Bidâye, 114


[69] İbnu'l-Humam, el-Müsayere, 15; Ebû Azbe, Ravdatu'l-Behiyye, 26; Bağdâdî, İşârâtu'l-Merâm, 256, 295, Sadru'ş-Şerîa, Şerhu't-Tavdîh li't-Tenkîh, 1/189; Şeyhzade, Nazmu'l-Ferâid, 35


[70] Şerhu Abdu'l-Hakim alâ şerh'i-Akâidi'n-Nesefiyye, 359-360


[71] Taftâzânî, Şerhu'l-Akâidi'n-Nesefiye, 359-362


[72] Hâşiyetü'l-Gelenbevî alâ şerhi'd-Devvânî , 257


[73] Beyâdî, İşârâtü'l-Merâm, 257


[74] Mâturîdî, Kitâbu't-Tevhîd, (Beyrut 1970)725


[75] Fussılet, 41/ 40; Hac 22/ 77; Bakara 2/ 167; Vakıa 56/24; Zilzal 99/ 7


[76] Mâturîdî, Kitâbu't-Tevhîd, 726, 228, 229, 235


[77] Mâturîdî, Kitâbu't-Tevhîd, 226


[78] Mâturîdî, Kitâbu't-Tevhîd, 228,235


[79] Fethullah Huleyf, Kitâbu't-Tevhîd, Mukaddime,41


[80] Şerafettin Gölcük, Kelâm Açısından İnsan ve Fiilleri, (İstanbul 1979), 194; İbrahim Beycurî, Haşiye, 61


[81] Fethullah Huleyf, Mukadimi, Kitâbu't-Tevhîd, (Beyrut 1970), 44


[82] Mâturîdî, Kitâbu't-Tevhîd, 226; M. Saim Yeprem, İrade Hürriyeti ve İmam Mâturîdî, (İstanbul 1984), 79


[83] M.Sait Yazıcıoğlu, Maturidi ve Nesefi’ye göre İnsan hürriyeti kavramı,59 ;Ankara,1988


[84] Mâturîdî, Kitâbu't-Tevhîd, 227


[85] Mâturîdî, Kitâbu't-Tevhîd, 239


[86] Mâturîdî, Kitâbu't-Tevhîd, 239


[87] Mâturîdî, Kitâbu't-Tevhîd, 228


[88] Mâturîdî, Kitâbu't-Tevhîd, 229


[89] Mâturîdî, Kitâbu't-Tevhîd, 234, 299


[90] Mâturîdî, Kitâbu't-Tevhîd, 234


[91] Nureddin es-Sabûnî, el-Bidâye, (İskenderiyye 1969), 113


[92] M.Sait Yazıcıoğlu, Maturidi ve Nesefi’ye göre İnsan hürriyeti kavramı, 19,


[93] Nesefi (Ebu’l-Muin Meymun bin Mekhul), Tabsıratu’l-Edille, 2-3 yazma nüsha, Fatih ktp. No: 2907, 


[94] M.Sait Yazıcıoğlu, Maturidi ve Nesefi’ye göre İnsan hürriyeti kavramı, 68


[95] Nesefi, Tabsıre, 31


[96] Nesefi, Tabsıre, 32


[97] Nesefi, Tabsıre, 34


[98] Nesefi, Tabsıre, 31


[99] Nesefi, Tabsıre, 21-23


[100] M.Sait Yazıcıoğlu, Maturidi ve Nesefi’ye göre İnsan hürriyeti kavramı,72


[101] Nesefî, Akaidi, (Şerhu'l-Akidi içinde)(Kahire 1955) 102


[102] Taftâzânî, Şerhu'l-Akâidi, (Kahire 1935) 102


[103] Ebû Uzbe, Ravdatu'l-Bekiyye, (Haydarabad, 1322/1964), 26


[104] Fussılet 41/ 40


[105] Hacc 22/ 77


[106] Vakıa 56/ 24


[107] Zilzal 99/ 7-8-9


[108] Mâturîdî, Kitâbu't-Tevhîd, 229; Bağdâdî, Usûlu'd-Din, 137; İbn Hazm, el-Fisal, 3/65


[109] Nahl 16/ 90


[110] Mâturîdî, Kitâbu't-Tevhîd, 226


[111] Mâturîdî, Kitâbu't-Tevhîd, 226


[112] Mâturîdî, Kitâbu't-Tevhîd, 228


[113] Mâturîdî, Kitâbu't-Tevhîd, 226-228


* Cüz'i-İrâde'nin mahlûk olmadığı hususunda Elmalılı Hamdi Yazır, tefsirinde doyurucu bilgi verir. Oraya da müracaat edilebilir. (1/107)


[114] Şerafettin Gölcük, kelâm açısından insan ve fiilleri, (İstanbul 1979) 197-198


[115] İsâmu'd-Din, Hâşiyetü'l-İsâm, 1/206


[116] Hâşiyetü'l-Gelenbevî alâ Şerhi'd-Devvanî, 1/148-149


[117] Mustafa Sabri, Mevkıfu'l-Beşer tahte Sultani'l-Kader, 68

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

KADINLARIN KOCALARINA SECDE ETMELERİ İLGİLİ HADİS

DİNDE ZORLAMA YOKSA FETİHLERİN VE SAVAŞLARIN NEDENİ NE İDİ? İSLAM YAYILMACI BİR DİN Mİ?CİZYE SÖMÜRÜ DEĞİL Mİ?